Nükleer tıp, canlılara verilen radyoaktif maddelerin yaydıkları gamma ışınlarının tarayıcılar tarafından (Gamma kamera, SPECT, PET) planar ya da tomografik yöntemle algılanarak işlenmesi sonucu elde edilen görüntünün izlenmesi ile tanı konulmasını sağlayan tıp dalıdır.
Nükleer tıp, bir kişinin belirli organlarının tanı ve tedavisi için radyasyonun kullanıldığı bir daldır. Çoğu zaman bu yöntem hastalıkla ilgili hızlı ve doğru tanı koymak için kullanılır. Beyin, kemikler, kalp, böbrekler, sindirim borusu, karaciğer ve dalak gibi organlar ayrıntılı olarak incelenebilmektedir. Bazı durumlarda hastalıklı organlar veya tümörleri tedavi etmek için kullanılır. Organda yer alan lezyon içerisindeki görev yapan hücre sayısı azaldıkça, bu lezyonun radyoaktif maddeyi tutma oranı da azalır ve sonuçta obje kontrastı artan lezyon, daha çok aktivite tutan çevre dokular içerisinde ayırt edilebilir.
Nükleer Tıp, biyolojik maddelerin x ve gamma ışınına geçirgen olması ilkesine göre çalışır. Nükleer Tıp uygulamalarında kullanılan radyofarmasötiklerin çoğu, tanı amacına yöneliktir. Radyofarmasötikler genellikle radyoaktif bölüm ile farmasötik bölüm olmak üzere iki bileşenden oluşur. Radyonükleid görüntülemede bazı radyonükleidlerin incelenecek doku veya organa ulaşmasını sağlamak için farmasötik maddelere bağlanması gerekir. Radyonükleidlerin birbirine bağlı şekline, ‘‘radyofarmasötik madde’’ denir.
Nükleer Tıp Yönteminin Tarihsel Gelişimi
Nükleer tıp tarihçesi 1800’lü yılların başında İngiliz kimyager John Dalton’un atom teorisini ortaya atmasıyla başlamış 19. yüzyılın son yıllarında Alman Fizikçi Prof. Dr. Wilhelm Conrad RÖNTGEN (1895) tarafından X ışınlarının bulunması ile devam etmiştir. Daha sonra Fransız fizikçi Henri BECQUEREL (1896) tarafından, uranyum tuzlarının kendiliğinden ışın yaydığının saptayarak doğal radyoaktiviteyi bulmuştur. 1898 yılın’da Polanyalı asıllı Marie CURİE ve eşi Fransız Fizikçi Pierre CURİE’nin radyum ve polonyumu bulmasıyla devam etmiştir.
Nükleer tıp’ın ilerlemesi, esaslı olarak 1910-1945 yılları arasında olmuştur. Bu bağlamda 1929 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Ernest Orlando Lawrence tarafından radyonükleid üreten parçacık hızlandırıcısı olan siklatron aygıtı kurumsal olarak tasarımlandı. Bu aygıt, protonları hızlandırıp atom çekirdeği üzerine gönderilmek üzere hazırlandı. Ernest Orlando Lawrence’nin siklatronu keşfi ve geliştirmesi alandaki başarılarıyla 1939 yılında, Nobel Fizik ödülü aldı. 1934 yılında Frederic ve Irene Joliot-Curie yapay radyoaktiviteyi keşfetti. Ancak birçok tarihçi nükleer tıbbın gerçek başlangıcı olarak radyoaktif iyodun toksik guatr (zehirli guatr) tedavisinde kullanılmaya başlandığı 1940’lı yılları göstermektedir Halen nükleer tıp görüntülemelerinde en sık kullanılan radyoaktif madde olan teknesyum, yapay olarak 1937 yılında üretilmiştir. 1950 yıllarda ve daha sonrasında bu çalışmalar insanlar üzerinde yoğunlaştırılarak ilerlemeler kaydedilmiştir. 1960’ların başına kadar nükleer tıp sadece bir kaç organ üzerinde kullanıldı. 1965 yılından sonra da ticari üretim, dağıtım ve kullanımı başlamıştır. Takip eden yıllarda karaciğer,dalak, ve beyin görüntülemesinde kullanılan ajanlar bulunarak nükleer tıp, günümüze kadar süren hızlı gelişmesine başlamıştır.
Yetmişli yılların başlarında Hounsfield ve arkadaşları, ilk bilgisayarlı tomografi görüntüsünü elde etmeyi başardılar. Yine bu dönemlerde pozitron elektron yok olmasından kaynaklanan 511 KeV fotonlarının kullanımı ile bir nesnenin 3-boyutlu bir görüntüsünün elde edilebilmesi fikri ortaya çıkınca, çeşitli pozitron emisyon tomografi (PET) cihazı denemeleri yapıldı. Günümüzde bilinen PET prensiplerinin temeli Phelps ve Hoffman’ın 1974’lerin sonlarında insan çalışmaları için 48 NaI (Tl) detektörden oluşan hekzagonal PET III’ü geliştirmeleri ile atılmış oldu. Temel prensiplerinde bir değişiklik olmamakla beraber son zamanlarda özellikle PET sintilasyon kristallerinin etkinliği açısından çok önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Günümüz modern PET’leri dairesel olarak yerleştirilmiş birkaç sıra sintilatör halkası ve bu kristallere birleştirilmiş foton çoğaltıcı tüplerden (PMT) oluşmuştur. Kullanılan sintilatör materyalleri, vücuttan yayınlanan fotonları detekte edecek özelliklerde malzemelerdir. Ayrıca bu detektörler arasında kurulan çeşitli elektronik üniteler sayesinde yayınlanan fotonların eş zamanlı deteksiyonu sağlanabilmektedir. Sistemde, detektörler tarafından toplanan verilerden faydalanılarak görüntünün 3-boyutlu olarak oluşturulmasını sağlamak için yüksek işlem kapasiteli bir bilgisayar da bulunmaktadır.
Kaynak: Megep