İnsanoğlu, tarih sahnesine çıkışından itibaren kolektif bir yaşam sürme eğiliminde olmuş; bireysel dürtülerin yanında, toplumsal bağlılığa ihtiyaç duymuştur. İlkel çağlarda dahi fiziksel ihtiyaçları sebebiyle mücadele eden insanlar; klan, kabile veya küçük topluluklar olarak hayatta kalma savaşında mutlak bir paylaşım içinde olmuşlardır.
Sanayi devrimiyle birlikte, üretimde makinelerin olduğu bir süreç başladı ve ilkel çağların kolektif bilinci yerini bireysel tutumlara bıraktı. Makineler sadece insanın kol gücüne hâkim olmakla kalmadı, insanoğlu duygularından arınmış, yalnızca kendi arzu ve ihtiyaçlarına güdülenmiş makineler halini aldı.
Gündelik hayatta her birimiz çeşitli sebeplerden ötürü çalışıp ekonominin vazgeçilmezi olan üretim- tüketim sirkülasyonunun bir parçası oluyoruz. Bunun karşılığında hakkettiğimiz kazancın ne kadarını gerçekten ihtiyacımız için kullanıyoruz?
İhtiyaç kavramını irdeleyelim. Sahip olmak uğruna çalıştığımız, iş gücümüzü ve emeğimizi kiraladığımız kaç eşyaya gerçekten ihtiyaç duyuyoruz? Bu eşyalara ısrarla sahip olma sebebimiz gerçekten lazım olmaları mı yoksa dijital ortamlarda birbiri ardına gördüğümüz, ön planda içten içe hayatlarına özendiğimiz tanıdık simaların memnuniyetle süslenmiş yüzlerinin oluşturduğu reklam kuşakları mı? Bu reklamlara ne kadar sık maruz kaldığımızı düşünürsek ikinci seçenek daha olası görünüyor. İhtiyaç ve lüks kavramını birbirine karıştırıyoruz. Biz tüketim sisteminin ayakta durmasını sağlayan, önümüze sunulan ve ihtiyaç duyduğumuza inanmamızın istendiği her şeyi hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak kabul eden, bu çarkı döndüren en kıymetli ayaklarıyız.
Emeğimizin, etki altına alınan kararlarımızla sömürülmesinin yanında bir de sosyal, düşünsel bir sömürüye tabiyiz. Sosyal platformlarda oluşturduğumuz kişisel hesapların bizi ne kadar temsil ettiğini düşünelim. Bu hesapları kullananların kaçı oraya yansıttıklarını gündelik hayatta gerçekten yaşıyor? İncelendiğinde büyük bir kısmı gerçekliğin dışında, ayrı bir dünya oluşturuyor. Ruhlarını sanal dünyanın popüler kültürüne kurban etmiş insanlar topluluğu, bütün benliklerini, yapay profillerine giriş yaparken bir ceket misali kenara bırakıyor.
Gerçek dünyada hiçbir anlam ifade etmeyeceğinden korktukları kişiliklerini, sadece oradan buradan okudukları kadarıyla, üzerlerine oturacağını düşündükleri bir elbiseyi dener gibi kopyala yapıştır yaparak yine sosyal medyanın duygu ve düşünce yoksunu çıplak beyinlerinin beğenisine sunmaktalar. Bütün bunları yaparken kendi gerçekliklerini oluşturduklarını düşündükleri, sanal dünyada duyusal, düşünsel ve kişisel olarak vitrinlerine sadece görünmesini istediği kadarını koyan insanların bir kopyası olmaya başladıklarını; daha geniş perspektifte gerçekten bir sömürü altında olduklarını göremiyorlar.
İnsanlar bu dijital dünyanın uygun gördüğü ölçüde giyinip, yiyip içip, hatta düşünüp ksosyalonuşurken bu sömürünün boyutlarının daha da büyüyeceğini tahmin etmek hiç zor değil. Kendimize, özümüze dönmeye çalışalım. Bugün başlasak mesela gerçekten ihtiyaç duyduklarımızla, sadeleşerek yolumuza devam etsek. Doğanın bize sunduklarıyla emeğimizden kazandığımızı harmanlayıp tüketim çılgınlığının efendiliğine son versek. Sosyal medyada, televizyonda insanların vitrinlerine koyduğu hayatlara özenip, birbirinin kopyası olan eşyalarla donanıp, ruhtan arınmış evlere hapsetmesek kendimizi. Düşüncelerimizi, fikirlerimizi popülaritenin zincirlerinden kurtarıp kendi sesimizi dinlesek. Kendimizi keşfedip özgünlüğün, sadeliğin ışığında; ilhamımızı kalbimizden alarak yürürsek eğer önümüze çıkanlar birbirinin aynısı taştan binalar değil, rengarenk çiçekler ektiğimiz bahçeler olur.
rrrrss5rg5g5
9 Kasım 2020 at 19:13
Çok güzel.Bu yazının daha çok insana ulaşmasını ümit
ediyorum.
Kübra Balık
30 Kasım 2020 at 17:19
Çok teşekkür ederim yorumunuz için 🙏
Atakan
2 Aralık 2020 at 19:27
Gerçekten muazzam lütfen daha fazla yazılarınızı bizlerle paylaşın..bir sonraki yazınızı dört gözle bekliyor olacağım 👏👏